Siz böyle güzelsiniz
"Bu çay tabağı..." dediniz "tam kırk yıllık." İnanamadım. Çevirip arkasına baktım, melamin. Pırıl pırıldı ve kırmızı - beyaz renkleri neredeyse hiç solmamıştı. Bir çay tabağını kırk yıl kullanmış olmanız karşısında duyduğum hayreti anlatamam.
Kırk yıldır değişen, dönüşen bütün dünya düzenine, hayatın genel geçer akışına, tüketim arzusuna, alışveriş tutkusuna, velhasıl üstünüze üstünüze gelen ne varsa, işte onların hepsine meydan okudunuz, öyle mi?!
Melamin çay tabaklarıyla kırk yıl! "Kırk yıldan da fazla olmuştur aslında" dediniz. Elimde evirip çevirmiştim, tarihî bir esere bakıyor gibi. Basbayağı tarihî eser de sayılabilirlerdi. İsmet Paşa'yı görmüş olma ihtimalleri vardı. Âşık Veysel öldüğünde, 12 Mart muhtırası verildiğinde, bütün o terör günlerinde... Çocuklar büyürken, akşam çaylarında, kahvaltılarda, konu komşu geldiğinde, çay bardaklarının altında bu melamin tabaklar… Kenan Evren günlerinde, Özal devrinde, evlere telefon geldiğinde, televizyonlar renklendiğinde, yıkana kurulana mutfak dolabında yaşayıp durdular. Ne çok şey unutulup gitti onlar çaylarla gelip giderken! Çay kaşıkları, sabahları evlerde şıngır şıngır dirlik düzenlik habercisiydi. Yıllar geçti; dede öldü, büyük nine göçtü. Daha ne ölümler, doğumlar oldu. Çocuklar büyüdü, işlere girip çıktılar, evlendiler sırayla. Sonra birer ikişer torunlar... şimdi, dört oğlan bir kız. Çay tabakları onların ellerinde! Eşyanın bunca kayıtsızlığına üzülmeli miyiz? Yoksa bir melamin çay tabağının kırk yıl kullanılıyor olmasına sevinmeli mi?
Sonra dediniz ki "Mutfaktaki sandalyeler alınalı da kırk yıldan fazla olmuştur." Daha bir yığın yarım asra merdiven dayamış eşya saydınız. Çocuklar inanamadı buna. Onlar sizin zamanınıza akıl erdiremiyor zaten. Giysilerini en fazla bir mevsim kullanıyorlar. Oyuncaklarını bir günde bozuyorlar. Silgilerini sizin gibi boyunlarına asmıyorlar artık. Kaybolunca yenisi alınıyor, kaç paralık şey ki zaten! Kullanılmış kâğıtların boş yerlerini kesip cep defteri filan da yapmıyorlar tabii. Öyle gösterişli defterler var ki kırtasiyelerde! Zaten okul defterlerini de sonuna kadar kullanmıyorlar. Hatta deftere hiç ihtiyaçları yok artık, tabletleri var onların. Çocuklar, sizin bu kırk yıllık sandalyelere, tabaklara, duvar saatinize, konsollara müzedeki eşya muamelesi yapıyor.
Bir keresinde köye büyük nineye telefon etmişşiniz. Hiç unutmam diye anlatmıştınız, "Hayrola bir tasa mı var?" diye şaşırmış. Öyle ya, telefon, büyük sevinçleri, tasaları haber vermek için kullanılırmış. Diğer zamanlarda orada, sehpada yahut kör pencerede kanaviçe işli bir örtünün altında uyuklar dururmuş. Şimdi siz, çocukların her saniye ellerindeki telefonu didikleyip durmasına bir mana veremiyorsunuz. Hatta içten içe kızıyor, acıyorsunuz onlara. "Zavallılar bir oyuncak bulmuş ona yapışık yaşıyorlar!" Hem telefona yahut şu ellerindeki ıvır zıvıra verdikleri kucak dolusu parayı duyunca aklınız yerinden uçacak gibi oluyor. Neresinden baksanız bir tarla parası! Ah bu çocukların maymun iştahlı halleri!
"Gençler", diyorsunuz, "hiçbir şeyden tatmin olmuyor artık". Onların kolay harcayışı, elde ettikleri bir şeyden hemencecik bıkıverişi korkutuyor sizi. "Evliliği de oyun sanıyor bunlar; yazın evleniyor güzde boşanıyorlar." Bir çay tabağına kırk yıl bağlı kalan sizler, anlı şanlı düğünlerle girilen dünya evlerinin bir mevsimde yıkılıverişine akıl erdiremiyorsunuz. Bilmiyorsunuz, kimselerin kimselere katlanası yok!
Artık çarşıya pazara çıktığınızda gördükleriniz de sizi adamakıllı şaşırtıyor. İnsanların kıtlığa uğramış gibi alışveriş edişine, arabalar dolusu yiyecek maddesi yüklenip götürüşüne bir anlam veremiyorsunuz. Bir gün yolunuz bir AVM’ye düştüğünde, buranın nasıl bir dünya olduğunu anlamaya çalışırken başınıza ağrılar giriyor. Hafakanlar içinde kendinizi dışarı zor atıyorsunuz. Hayatın bu kadar karmaşık, bu kadar pahalı, bu kadar lüks ve ışıltılı oluşu sizi korkutuyor. Bir an, kendinizi yaşamıyor gibi hissediyorsunuz. Akıp giden hayatın dışında kalıvermiş; artık eli hiçbir şeye ermeyen, aklı yeni icatlara işlemeyen, kıymetsiz, itibarsız varlıklar! Eve atıyorsunuz kendinizi, ah evler gibisi yok! Ne derdi Necatigil, "Ben kederime ancak evlerde katlanırım".
Bu sizin çay tabaklarınız, çeyiz sandıklarınız, dokuma seccadeniz ve pencere önünde su bardağına ıslanmış nergisleriniz... Ah bilseniz ne çok bahtiyar ediyor beni. Böylece kalsınlar, hiç değişmesinler e mi!
Yorumlar
Yorum Gönder