İdam tartışmaları, linç kültürü- kitle psikolojisi, savunma hakkı vs.
Ortaçağ'da Fransa cezaevlerinde çıplak bir vaziyette bağlanan tecavüz suçlularının cinsel organlarının fareler tarafından kemirildiğini gösteren bir resim paylaşılmış sosyal medyada.
Diğer yandan bir bakan, idam cezasının geri getirilmesinin tartışılmasını isteyerek Özgecan cinayeti dolayısıyla güçlenen idam cezası lobisine katkıda bulunuyor.
Sosyal medyada Özgecan'ın katili olarak gösterilen kişilerin fotoğrafları servis ediliyor ve bu kişilerin yakalanmaları halinde devlete teslim edilmemesi, gereğinin yapılması temenni ediliyor.
Ağır ve hatalı işleyen yargı sürecine atıfta bulunulan yorumlarla, Özgecan'ın katillerine mahkumlar tarafından hak ettikleri cezanın verileceği, söylendikçe büyüyen bir şehir efsanesine dönüşüyor.
Cinsel suçlara verilen cezaların artırılması talebiyle birlikte katillerin savunma görevini üstlenecek avukat bulunamadığı haberlerini de ekleyelim.
Bir adli vaka olarak kayıtlara geçen Özgecan cinayeti öncelikle hukuki çerçevede ve diğer alanlarla bağlantısı gözetilerek değerlendirilmelidir.
Masumiyet karinesi:
Aslolan kişinin suçsuz olduğu varsayımıdır. Suçlu olduğuna dair kesinleşmiş bir mahkumiyet hükmü verilene kadar herkes masumdur. Bu nedenle yargılama sürecinde suç şüphesine muhatap olan kişinin sıfatı şüpheli/ sanıktır. Şüphelinin/ sanığın suçu işlediği sabit olup cezalandırılmasına dair mahkumiyet kararı kesinleşince hükümlü/ mahkum sıfatıyla anılır. Masumiyet karinesinden bahsetmek, Özgecan'ın katillerinin masum olduğunu iddia etmek değildir. Masumiyet karinesi kişi güvenliği için en temel himaye aracıdır. Yargısal uygulamalar tarihinde hatalı kararların da bulunduğu bilinen bir gerçektir. Amaç, gerçek suçlunun bulunması ve doğal olarak suçsuz bir kimsenin cezalandırılmamasıdır.
Savunma hakkı:
Sanık avukatı olarak görev yapan hemen her avukat, mağdurlar tarafından ifade edilen “bu suçlunun nesini savunuyorsunuz?” sorusuyla muhatap olmuştur. Bu soruyla tepkisini gösteren mağdur ve yakınlarının nazarında sanık dünyanın en kötü insanı olarak en ağır cezayı hak eden kişidir. O halde hiçbir hukukî yardım almamalıdır.
Öncelikle şunu ifade etmek gerekir: Suç işlediği iddia edilen kişinin savunmasını üstlenen avukat, suç konusu eylemi savunmaz. Tecavüzün, öldürmenin, hırsızlığın iyi birşey olduğunu, sadece avukatlar değil; hiç kimse iddia etmez. Çünkü hırsızlık, tecavüz, öldürme, hakaret vesair suçlar tarih boyunca, her medeniyette ve dünyanın her yerinde suç olarak kabul edilmiştir. Bu konudaki kabul insanlığın ortak değerlendirmesidir.
Avukat yapacağı savunmayla, bir yerde, doğru kişiye doğru cezanın verilmesini sağlar. Kamu adına iddiada bulunan savcı uygulamada mağdur avukatı olarak hareket ettiği için, silahların eşitliği ilkesinden dolayı, sanığın da hukuki himayeden yararlanması ve savunulması gerekmektedir. Sanığın hukukî yardım alması adil yargılama ilkesinin olmazsa olmaz bir unsurudur.
Özgecan'ın katlinin medyada adı geçen kişi olup olmadığı, eğer o kişiyse ne eksik ne fazla tam hakettiği cezayı almasını temin etmek için çaba gösterecek kişi sanık avukatıdır.
Özgecan'ı öldürmekle suçlanan kişilerin savunma görevini üstlenecek avukatın bulunmaması kamuoyu baskısı yüzündendir.
Bir avukatın önüne gelen bir işi sebep göstermeden reddetmesi yasal hakkıdır. Ancak, 80 bin avukat içinde bu görevi yapacak birinin bulunmaması, savunma hakkının en başta avukatlar tarafından içselleştirilmediğini göstermektedir.
Cinsel suçlara verilen cezaların artırılması talebi:
Her alanda olduğu gibi, hukuki konularda da uzman olan medyada cinsel içerikli suçların yaptırımının yetersiz olduğu gündeme getirilmektedir. Birçok hukukçunun aylarca yıllarca kafa yorduğu, Adli Tıp, Emniyet gibi birçok kurumun katkıda bulunduğu ve binlerce belgenin bulunduğu bir dava dosyasının geçirdiği aşamalardan habersiz olan köşe yazarları, araştırma zahmetine bile katlanmadan, sanığın cezasında indirim yapıldığı mahkeme kararlarını gündeme getirerek hukukçuları toplumun önüne vicdansızca atar. Tiraj kaygısıyla sergilenen bu tutumun istisnasız hepimize oksijen gibi lazım olan hukuk atmosferinde oluşturduğu tahribatı önemsemez.
Oysa Türkiye'de cinsel içerikli suçlara verilen cezalar oldukça ağırdır. Medyanın oluşturduğu mahalle baskısıyla TCK 102. ve 103. maddeler değiştirilerek zaten ağır olan cezalar epeyce artırılmıştır.
Sözkonusu maddelerde değişiklikten önce, mağdurun ruh sağlığının bozulması halinde ceza artırılıyordu. Ruh sağlığının bozulması gibi subjektif bir ölçüye dayanılarak, pek çok sanık mağdur olmuştur.
Uygulamada cinsel saldırı suçlarının yargılamasına baktığımızda, sanılanın aksine hakettiğinden çok ceza alan ve genelde ilk aşamada tutuklanan sanıkların fazla miktarda bulunduğunu söyleyebiliriz. Yargılama sonucunda beraat ettiklerinde haksız olarak tutuklu kaldıkları süreden dolayı devlet tarafından cüzi miktarlarda hükmolunan tazminatlarla mağduriyetlerinin giderilmeye çalışıldığını görüyoruz.
Halbuki özgürlük en önemli insan değeridir. Bireysel mağduriyetleri bahane eden medyanın oluşturduğu mahalle baskısı nedeniyle adalet inancı zedelenmektedir.
Özgecan'ı öldürenler tesbit edildiğinde yargılama sonucunda gereken cezayı almaları için gerekli yaptırımlar TCK'da mevcuttur.
İdam cezası:
Türk yargısındaki yapısal sorunlar nedeniyle idam cezası konusunda ihtiyatlı konuşmak gerekir. Bazen, hatalı Adli Tıp raporlarının hükme esas alındığı, savcıların emniyet tarafından gelen fezlekeleri süzgeçten geçirmeden iddianame haline getirdiği, hakimlerin sosyo-psikolojik, sosyo-kültürel saiklerden dolayı hukuk dışı karar verebildiği bir yargı sisteminde, ölüm cezası gibi telafisi olanaksız bir cezanın yeniden ihdas edilmesine şu aşamada karşı çıkılmalıdır.
Adaletin tam anlamıyla hakim olacağı ve kendi kendine işleyebilen bir mekanizma haline geleceği yargı sisteminde idam cezası da tartışmaya açılabilir.
O bakımdan sayın bakanın idam cezasıyla ilgili sözleri kitle psikolojisini yansıtan ve aceleye gelmiş değerlendirmelerdir.
Cezalar insan onuruna aykırı olmamalıdır:
Önceden vaz'edilen ve herkes tarafından bilinen yaptırımlar, insan onuruna uygun olmalıdır. Ölüm, hapis, para cezası, kısas ve tarihsel uygulamada rastladığımız cezaların yanına cinsel organın farelere yedirilmesi, suçluya tecavüz edilmesi gibi kanun dışı, din dışı, ahlak dışı cezaların ihdas edilmesi mümkün değildir. Yargılamanın ve infazın hangi aşamasında olursa olsun işkence yasaktır, ceza meşrudur.
Linç kültürü:
Basit yaralamadan, kasten adam öldürmeye, cinsel tacizden nitelikli cinsel saldırıya kadar herhangi bir suçun işlendiğini haber alan toplum olay nedeniyle suçluyu kınar, öfke ve nefretini ifade eder. Olayın vahametine göre bu kınama duygusu yoğunlaşır. Ceza kanunlarında öngörülen yaptırımlar toplumun kınama duygusunun ifadesidir. Yargılama faaliyeti de toplumun ve mağdurun tatmin edilmesidir. Cezanın topluma ve mağdura taalluk eden yönü bu kadardır. Mağduru tatmin edecek süreç mahkemenin vereceği cezayla sonuçlanır.
Mağdurun tatmin edilmesi, topluma, sosyal medyaya veya bir başka unsura bırakılamaz. Çünkü bu saydıklarımız, objektif adalet inancıyla değil, subjektif duygularla ve içgüdüyle hareket eder.
Bu nedenle, yargılama faaliyeti münhasıran mahkemelere aittir. Önceden vaz'edilmiş, herkes tarafından bilinen ve kabul edilen kurallar çerçevesinde yargılama yapılır.
Toplumun, medyanın veya bir başka unsurun ceza verme yetkisi yoktur. Cezalandırmaya kalkıştığında kaosa yol açar, kamu düzeni bozulur, linç olur. Subjektif nedenlerle hareket eden unsurların davranışlarında ölçü yoktur, tepkileri aşırıdır.
Cezalandırma yetkisi topluma veya medyaya bırakılacak olursa, Özgecan'ın katillerinin cinsel organlarının farelere yedirilmesi ve yargı süreci bitmeden hapishanede infaz edilmesi seçenekleri de dahil olmak üzere insan onuruna ve kişi güvenliğine aykırı bir cezalandırma ortaya çıkar. Linç isteyen toplum, böyle bir yaptırım uygulandığında da vicdanen yaralanır.
Toplumun adalet duygusu olarak görünen şeyin aslında olay nedeniyle duyulan nefretin boşaltılması olduğu da ortadadır.
Nefretle ve öfkeyle hareket eden toplumun aceleyle, suçsuz birini en ağır şekilde cezalandırması ve suçluya ölçüsüz ceza vermesi de kuvvetle muhtemeldir.
Toplum acelecidir, yargılamaya ihtiyaç duymaz. Feysbuktan gördüğü bir fotoğraf ve okuduğu iki satırlık yorum, kamuoyunun etkilenmesi ve hüküm vermesi için yeterlidir. Çünkü beşer, modern zamanlara geldiğimizde akleden bir insan olmayı değil; çoğu zaman kolayca iğfal edilebilen birey olmayı tercih etmiştir.
Cezalandırma yetkisi toplumda olsaydı, kaos olurdu. Münhasıran mahkemelere ait ceza verme yetkisi kamu düzeni denilen dirlik ve düzeni temin eder.
Henüz ne şekilde öldürüldüğü bile aydınlanmamışken, Özgecan'ın katili olarak anılan kişilerin ortalama vatandaşlar tarafından vicdani yargılama ile cezalandırılıp, cezanın infaz edilmek istenmesi anlaşılabilir ve insani bir istektir. Ancak toplum işte orda durmalı ve bundan öteye geçmemelidir.
Bu yargısız infaz isteğinin medya tarafından da körüklenip, toplumsal bir histeriye dönüşmesi ise vahim ve tehlikelidir.
Televizyonlarda her fırsatta yargısız infazdan yakınan yazar çizer takımının, yargısız infaza başvurması tutarsızlıktır.
Yargısız infaz ve linç bir kere içselleştirildi mi kime yöneleceği belli olmaz. Muhatap kimi zaman bir darbe mağduru, kimi zaman cinsel içerili suçun sanığı, kimi zaman yolsuzluk şüphesi altında bir siyasetçi… Hepsinde de temel davranış aynıdır: Toplumun elinde suç işlendiğine dair bazı veriler vardır ve suçlu olduğu düşünülen kişi kesinlikle ve bir an evvel en ağır cezayla cezalandırılmalıdır.
Suç nedeniyle toplum vicdanı yaralanır. Suçlunun bir an önce en ağır şekilde cezalandırılması, hatta suçluya tecavüz edilmesi, lime lime edilmesi istekleri anlaşılabilir bir tepkidir. Fakat toplumu her türlü projenin nesnesi olarak gören aydınların da bu seviyede tepkide bulunması şaşırtıcı değildir. Çünkü aydın dediğimiz şey Türkiye'de bürokrasinin bir uzantısı olarak, ortalama okur yazarlıktan öteye geçemeyen, toplumun arkasından gelen, toplumun önüne çıktığı zaman da genel kabullere aykırı değerleri savunan niteliksiz bir topluluktur.
Özgecan'ın katillerinin hapisanede şişlenerek öldürülmesini isteyen ortalama vatandaştaki samimiyet, aydın olarak tesmiye edilen linç taraftarı okur - yazarlarda yoktur.
Kitle psikolojisi:
Özgecan cinayetinde manzara tam da Gustave Le Bon'un bahsettiği şekildedir:
“Kitleler hemen hemen bilinçaltı tarafından yönetilirler. Eylemleri kendi iradelerinin inisiyatifinden çok ilkelliğinin etkisindedir. Bir kitleye mensup olması yüzünden insan, medeniyet merdiveninden birçok basamak aşağıya iner. Yalnız bulunduğu zaman terbiyeli, münevver biri iken, kitle halinde ise içgüdüleri ile hareket eden bir yaratığa dönüşmüştür.”
Özgecan cinayeti dolayısıyla bir kitle psikolojisinin varlığından söz edebiliriz. Köşe yazarlarının, kahvehanedeki vatandaşın, siyasetçinin de kitle içinde eriyip aynı tepkileri gösterdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Özgecan'ın katillerine önce işkence edip, sonra idam etmek isteyen kitlenin yargı üzerinde oluşturacağı ağır baskıyı gözardı etmemek gerekir.
Neticeten ve içtimaen;
Özgecan'ın katillerini aklamak gibi bir niyetimizin olmadığını söylemeye bile gerek yok.
Ezberlerin hakim olduğu ve algılarla yönetilen toplumda, yanlış anlaşılma ihtimali olmasına rağmen bir gerçeğe dikkat çekmek için yazdım bu yazıyı:
Sorumsuzca tahrip edilen ve tartışma konusu yapılan hukuk ve hukuksal müesseseler hava gibi, su gibi istisnasız herkese lazımdır.
Yorumlar
Yorum Gönder