Karanlıkların Tadı
Şehirler ışıl ışıl... İrili ufaklı, parlak ve soluk milyonlarca lamba yanıp sönerek gökyüzüne doğru bir ışık demeti yükseliyor. Gece aydınlığı bir zaman sonra kör ediyor insanı. Gözünüz koyu bir karanlıkla buluşup dinlenmek istiyor. Karanlık yok!.. Şehirde asla gece olmuyor. Yalancı bir aydınlıkta, uzatılmış günlerin yorgunluğuyla gündüzleri akşama, akşamları sabaha ekleyip duruyoruz.
"Dısarıda karanlıkta oturmak özgürce sohbet etmeye vesiledir. Karanlık konuşmayı kışkırtır." diyor Alberto Manguel, "Geceleyin Kütüphanede"deki bir denemesinde. Çünkü "Aydınlıkta okuruz, karanlıkta konuşuruz... Aydınlıkta başkalarının uydurduklarını okur; karanlıkta kendi hikâyelerimizi uydururuz." Manguel'in bu cümlelerini okuduğumda, karanlıkların tadının unutulduğunu farkettim. Oysa Tanpınar'ın "Yaşadığım Gibi"deki o unutulmaz yazısında duyduğum kıskançlık kendisini zaman zaman hatırlatıp duruyordu. Uygarlık, geceleri büsbütün ışığa boğarak insanoğluna iyilik mi etti, kötülük mü bilemiyorum. Artık, bütün şehirlerin, hatta ücra köylerin bile sokakları bir ışık seliyle yıkanıyor geceleri. Gece ile gündüzün ayırt edici özelliği kalmayalı; gece o eski çağlardaki gizemini, masalsılığıni yitirdi...
Bir "eski zaman insanı" değilim belki; maziperestlik, nostaljiperverlik yapmak niyetinde de değilim ama, düşünüyorum da... Karanlıkların asıl tadı yaz gecelerinde saklıydı galiba. İlkyaz başından itibaren hayat bütünüyle sokağa taşar ve damlar, taşlıklar, çardaklar, sokak başları, ağaç altları, park köşeleri kendiliğinden oturma yerlerine dönüşürdü. Bu, yeniyetmeler için bulunmaz nimettir. Onların akranlarıyla konuşacak sonsuz meselesi, birbirlerine anlatacak bitip tükenmez hikâyeleri vardır.
İlkgençliğin dizgin vurulmaz çağında biz, uyku durak nedir bilmeden yaz gecelerini ihya ederdik. 'Yıldızların yağmurla yıkanmış kadar parlak' olduğu gecelerde, evlerden yavaşca sıvışır ve sonu gelmez sohbetlere dalardık. her gece birbirimize anlatacak o kadar çok şeyi nereden bulurduk! Galiba uyku kendini unuttururdu böyle zamanlarda. Biz de evdekilere kendimizi unuttururduk. Bazen artık konuşmaktan yorulmuş yahut anlatacak bütün hikâyeleri tüketmiş olmanın çâresizliğiyle 'hadi artık gidelim' deyip evin yolunu tutardık. Vsktin sabaha döndüğü saatlerde, insanlar uykunun bilmem kaçıncı katında yüzerken, maharetli hırsızlar gibi ayakuçlarımıza basarak, ses çıkarmadan, kapıları gıcırdatmadan usulca içeri süzülür, kimselere fark ettirmemenin huzuruyla bulduğumuz yere kıvrılıverirdik. Kazara annemiz uyanacak olsa, 'Nerelerdeydin, saatten haberin var mı senin, gündüzler çuvala mı girdi!' diye söylenmesi ve bir araba laf etmesi işten bile değildir. (Ruhu dinlensin; babaannem hiç kızmaz, söylenmezdi bile.)
O uzun karanlıkların bir yerinde acaba bu günleri hayal etmis miydik? Bilmiyorum. Bildiğim, artık gecelerin o eski tadının kalmadığı...
"Dısarıda karanlıkta oturmak özgürce sohbet etmeye vesiledir. Karanlık konuşmayı kışkırtır." diyor Alberto Manguel, "Geceleyin Kütüphanede"deki bir denemesinde. Çünkü "Aydınlıkta okuruz, karanlıkta konuşuruz... Aydınlıkta başkalarının uydurduklarını okur; karanlıkta kendi hikâyelerimizi uydururuz." Manguel'in bu cümlelerini okuduğumda, karanlıkların tadının unutulduğunu farkettim. Oysa Tanpınar'ın "Yaşadığım Gibi"deki o unutulmaz yazısında duyduğum kıskançlık kendisini zaman zaman hatırlatıp duruyordu. Uygarlık, geceleri büsbütün ışığa boğarak insanoğluna iyilik mi etti, kötülük mü bilemiyorum. Artık, bütün şehirlerin, hatta ücra köylerin bile sokakları bir ışık seliyle yıkanıyor geceleri. Gece ile gündüzün ayırt edici özelliği kalmayalı; gece o eski çağlardaki gizemini, masalsılığıni yitirdi...
Bir "eski zaman insanı" değilim belki; maziperestlik, nostaljiperverlik yapmak niyetinde de değilim ama, düşünüyorum da... Karanlıkların asıl tadı yaz gecelerinde saklıydı galiba. İlkyaz başından itibaren hayat bütünüyle sokağa taşar ve damlar, taşlıklar, çardaklar, sokak başları, ağaç altları, park köşeleri kendiliğinden oturma yerlerine dönüşürdü. Bu, yeniyetmeler için bulunmaz nimettir. Onların akranlarıyla konuşacak sonsuz meselesi, birbirlerine anlatacak bitip tükenmez hikâyeleri vardır.
İlkgençliğin dizgin vurulmaz çağında biz, uyku durak nedir bilmeden yaz gecelerini ihya ederdik. 'Yıldızların yağmurla yıkanmış kadar parlak' olduğu gecelerde, evlerden yavaşca sıvışır ve sonu gelmez sohbetlere dalardık. her gece birbirimize anlatacak o kadar çok şeyi nereden bulurduk! Galiba uyku kendini unuttururdu böyle zamanlarda. Biz de evdekilere kendimizi unuttururduk. Bazen artık konuşmaktan yorulmuş yahut anlatacak bütün hikâyeleri tüketmiş olmanın çâresizliğiyle 'hadi artık gidelim' deyip evin yolunu tutardık. Vsktin sabaha döndüğü saatlerde, insanlar uykunun bilmem kaçıncı katında yüzerken, maharetli hırsızlar gibi ayakuçlarımıza basarak, ses çıkarmadan, kapıları gıcırdatmadan usulca içeri süzülür, kimselere fark ettirmemenin huzuruyla bulduğumuz yere kıvrılıverirdik. Kazara annemiz uyanacak olsa, 'Nerelerdeydin, saatten haberin var mı senin, gündüzler çuvala mı girdi!' diye söylenmesi ve bir araba laf etmesi işten bile değildir. (Ruhu dinlensin; babaannem hiç kızmaz, söylenmezdi bile.)
O uzun karanlıkların bir yerinde acaba bu günleri hayal etmis miydik? Bilmiyorum. Bildiğim, artık gecelerin o eski tadının kalmadığı...
Yorumlar
Yorum Gönder