Kayıtlar

2019 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Barbarlar tükenmez

Eduardo Galeano, 'neredeyse evrensel bir tarih' dediği 'Aynalar'ın başında, "İnsanın dünyanın dört bir yanına doğru çıktığı yolculuk Afrika'dan başladı. Büyükbabalarımız gezegenin fethini oradan başlattılar. Farklı yollar beraberinde farklı kaderleri getirdi ve güneş de renk ayrımı işini üstlendi." diyor ve Ademoğullarının yeryüzüne bir gökkuşağı gibi yayıldığını söylüyordu. Büyük insanlık ailesi için bundan daha güzel bir tanımlama duyduğumu hatırlamıyorum: Yeryüzündeki gökkuşağı... "Bugün dünyanın gökkuşağını oluşturan kadınlar ve erkekler olarak bizlerin gerçek gökkuşağından fazla rengimiz var; ancak hepimiz Afrika kökenli göçmenleriz..." Derimizin beyazlığına bakıp bu gerçeği kabullenmek istemiyor olabiliriz... "Belki de ortak kökenimizi hatırlamayı reddediyoruz." diyor Galeano. "Çünkü ırkçılık hafıza kaybına neden oluyor ya da o çok eski zamanlarda dünyanın tümünün bizim krallığımız olduğuna, üzerinde sınırlar olmayan uçsuz bu...

Caz ve hüzün

"Bir caz müziği gelip geçiyor hüzün", diyor Edip Cansever; defterime yazmışım. Temmuz akşamlarını ve cazın aramızdan o esmer sesiyle geçip gidişini. Bir caz müziği gibi gelip geçti zaman... (Caz'a olan ilgim Erkan Oğur'la başladı. Ve Jülide Özçelik'in Neşet Ertaş yorumlamaları bu ilgimi artırdı. - Neşet'i anmazsam olmazdı tabii.) Caz' ın yazla olan yakınlığını anlatmaya iki sesin benzerliği yetmiyor. Yazlar elbette en çok hüzündür. Hüzün, geceden önce gelip yerleşiyor. Ve konuşuyor sesinde esmer bir yalnızlıkla. Hilmi Yavuz'un 'Akşam Şiirleri'nden bir dizeyle: "Yüzüme bak, hüzüne bakmış olursun". Caz da elbette en çok hüzündür. Kara bulutlar altında sarı bir yağmurluğa bürünüp gelir. Durur öylece, bakar, konuşmaz. Bazı akşamlar da öyledir, susar. Bu sırada, Al Jarreau, o uzun kollarını sallamış, yüzünde dünyaları umursamaz bir gülümseyişle söyler: "We're in this love together". Sesini bütün enstrümanların üstün...

Karanlıkların Tadı

Şehirler ışıl ışıl... İrili ufaklı, parlak ve soluk milyonlarca lamba yanıp sönerek gökyüzüne doğru bir ışık demeti yükseliyor. Gece aydınlığı bir zaman sonra kör ediyor insanı. Gözünüz koyu bir karanlıkla buluşup dinlenmek istiyor. Karanlık yok!.. Şehirde asla gece olmuyor. Yalancı bir aydınlıkta, uzatılmış günlerin yorgunluğuyla gündüzleri akşama, akşamları sabaha ekleyip duruyoruz. "Dısarıda karanlıkta oturmak özgürce sohbet etmeye vesiledir. Karanlık konuşmayı kışkırtır." diyor Alberto Manguel, "Geceleyin Kütüphanede"deki bir denemesinde. Çünkü "Aydınlıkta okuruz, karanlıkta konuşuruz... Aydınlıkta başkalarının uydurduklarını okur; karanlıkta kendi hikâyelerimizi uydururuz." Manguel'in bu cümlelerini okuduğumda, karanlıkların tadının unutulduğunu farkettim. Oysa Tanpınar'ın "Yaşadığım Gibi"deki o unutulmaz yazısında duyduğum kıskançlık kendisini zaman zaman hatırlatıp duruyordu. Uygarlık, geceleri büsbütün ışığa boğarak insanoğluna ...