Kayıtlar

Barbarlar tükenmez

Eduardo Galeano, 'neredeyse evrensel bir tarih' dediği 'Aynalar'ın başında, "İnsanın dünyanın dört bir yanına doğru çıktığı yolculuk Afrika'dan başladı. Büyükbabalarımız gezegenin fethini oradan başlattılar. Farklı yollar beraberinde farklı kaderleri getirdi ve güneş de renk ayrımı işini üstlendi." diyor ve Ademoğullarının yeryüzüne bir gökkuşağı gibi yayıldığını söylüyordu. Büyük insanlık ailesi için bundan daha güzel bir tanımlama duyduğumu hatırlamıyorum: Yeryüzündeki gökkuşağı... "Bugün dünyanın gökkuşağını oluşturan kadınlar ve erkekler olarak bizlerin gerçek gökkuşağından fazla rengimiz var; ancak hepimiz Afrika kökenli göçmenleriz..." Derimizin beyazlığına bakıp bu gerçeği kabullenmek istemiyor olabiliriz... "Belki de ortak kökenimizi hatırlamayı reddediyoruz." diyor Galeano. "Çünkü ırkçılık hafıza kaybına neden oluyor ya da o çok eski zamanlarda dünyanın tümünün bizim krallığımız olduğuna, üzerinde sınırlar olmayan uçsuz bu...

Caz ve hüzün

"Bir caz müziği gelip geçiyor hüzün", diyor Edip Cansever; defterime yazmışım. Temmuz akşamlarını ve cazın aramızdan o esmer sesiyle geçip gidişini. Bir caz müziği gibi gelip geçti zaman... (Caz'a olan ilgim Erkan Oğur'la başladı. Ve Jülide Özçelik'in Neşet Ertaş yorumlamaları bu ilgimi artırdı. - Neşet'i anmazsam olmazdı tabii.) Caz' ın yazla olan yakınlığını anlatmaya iki sesin benzerliği yetmiyor. Yazlar elbette en çok hüzündür. Hüzün, geceden önce gelip yerleşiyor. Ve konuşuyor sesinde esmer bir yalnızlıkla. Hilmi Yavuz'un 'Akşam Şiirleri'nden bir dizeyle: "Yüzüme bak, hüzüne bakmış olursun". Caz da elbette en çok hüzündür. Kara bulutlar altında sarı bir yağmurluğa bürünüp gelir. Durur öylece, bakar, konuşmaz. Bazı akşamlar da öyledir, susar. Bu sırada, Al Jarreau, o uzun kollarını sallamış, yüzünde dünyaları umursamaz bir gülümseyişle söyler: "We're in this love together". Sesini bütün enstrümanların üstün...

Karanlıkların Tadı

Şehirler ışıl ışıl... İrili ufaklı, parlak ve soluk milyonlarca lamba yanıp sönerek gökyüzüne doğru bir ışık demeti yükseliyor. Gece aydınlığı bir zaman sonra kör ediyor insanı. Gözünüz koyu bir karanlıkla buluşup dinlenmek istiyor. Karanlık yok!.. Şehirde asla gece olmuyor. Yalancı bir aydınlıkta, uzatılmış günlerin yorgunluğuyla gündüzleri akşama, akşamları sabaha ekleyip duruyoruz. "Dısarıda karanlıkta oturmak özgürce sohbet etmeye vesiledir. Karanlık konuşmayı kışkırtır." diyor Alberto Manguel, "Geceleyin Kütüphanede"deki bir denemesinde. Çünkü "Aydınlıkta okuruz, karanlıkta konuşuruz... Aydınlıkta başkalarının uydurduklarını okur; karanlıkta kendi hikâyelerimizi uydururuz." Manguel'in bu cümlelerini okuduğumda, karanlıkların tadının unutulduğunu farkettim. Oysa Tanpınar'ın "Yaşadığım Gibi"deki o unutulmaz yazısında duyduğum kıskançlık kendisini zaman zaman hatırlatıp duruyordu. Uygarlık, geceleri büsbütün ışığa boğarak insanoğluna ...

İdam tartışmaları, linç kültürü- kitle psikolojisi, savunma hakkı vs.

Ortaçağ'da Fransa cezaevlerinde çıplak bir vaziyette bağlanan tecavüz suçlularının cinsel organlarının fareler tarafından kemirildiğini gösteren bir resim paylaşılmış sosyal medyada. Diğer yandan bir bakan, idam cezasının geri getirilmesinin tartışılmasını isteyerek Özgecan cinayeti dolayısıyla güçlenen idam cezası lobisine katkıda bulunuyor. Sosyal medyada Özgecan'ın katili olarak gösterilen kişilerin fotoğrafları servis ediliyor ve bu kişilerin yakalanmaları halinde devlete teslim edilmemesi, gereğinin yapılması temenni ediliyor. Ağır ve hatalı işleyen yargı sürecine atıfta bulunulan yorumlarla, Özgecan'ın katillerine mahkumlar tarafından hak ettikleri cezanın verileceği, söylendikçe büyüyen bir şehir efsanesine dönüşüyor. Cinsel suçlara verilen cezaların artırılması talebiyle birlikte katillerin savunma görevini üstlenecek avukat bulunamadığı haberlerini de ekleyelim. Bir adli vaka olarak kayıtlara geçen Özgecan cinayeti öncelikle hukuki çerçevede ve diğer ala...

Dert adamı söyletirmiş...

Dert adamı söyletirmiş, söylemeye geldim. İçimdeki ifrazattan kurtulmak için ya üç saat yürümem lazımdı, ya da beş batman bulaşık yıkamam. Veyahut şu saatte dipli bucaklı temizliğe girişmem gerekiyor, lakin komşulara kıyamam. İçimi buraya dökmekten vazgeçeli çok oldu, içimi dökmekten vazgeçeli çok oldu. Artık yıldızım mı sönmüş, enerjim mi düşük, karma mı, kader mi ne derseniz deyin. Belki de ulan ben ne halt etmişim pişmanlığıyla kendini imha edecek bu satırları dizmekten başka çarem yok şu dakikada. Üstelik sabahtan beridir mutfaktaydım, biriktirdikçe biriktirdim. Beni pazar sabahı 7'de uyandıran şey ne ise ona hınçlandıkça bilendim. Sabah kargalar pisliğini deşelemeden işte olacağım. Anlayacağınız bu uzun girizgahı burada saçmalamaktan başka çarem olmadığını anlatmak için yazdım. Ya yazacağım, ya da nâçâr zaten bölük pörçük uykularımın rüyalarında, işyerinde beynimi sülük misali emikleyen kadın elimden a4 topunu alıp kaçtı diye cıngar çıkaracağım. Hülâsa eğleşmek, öğrenmek, dü...

Bir köy öğretmeni...

Bir köy öğretmeni... Karlar eriyip yollar açıldığında maaşını almak için üç ayda ilçeye inebilen; maaşının çoğunu defter, kalem, tebeşir, çocuklara ilâç, ayakkabı, çanta için harcayıp dolu kucağıyla yeniden heyecanla köyüne koşan bir öğretmen. İşte bu öğretmeni âmirleri nihayet tam otuz sene onu ödüllendirmiş olmak için dağ köylerinden indirip bir ilçeye tayin ediyorlar. O devirler, köylülerin kasabalıların çocuklarını okutmak yerine "Davar gütsün, tarlada-tapanda işe yarasın, harmana yardımı dokunsun, hiç değilse bir işin ucundan tutsun" diye okuldan uzak tuttuğu zamanlar. Bizim öğretmen okulda yarıdan ziyadesi boş derslikleri görünce, sokaklarda öğrenci aramaya koyuluyor; rica, minnet, tehdit, ikna; aklına gelen, gücünün yettiği ne kadar bildiği yol varsa harekete geçirip mektebi şenlendiriyor. Olan yine mütevazı maaşına oluyor tabii; önlük, çanta, kitap, ayakkabı, kimin ne ihtiyacı varsa öğrencilerine selsebil ediyor maaşını, gençliğini, emeğini, ömrünü... Der...

Siz böyle güzelsiniz

"Bu çay tabağı..." dediniz "tam kırk yıllık." İnanamadım. Çevirip arkasına baktım, melamin. Pırıl pırıldı ve kırmızı - beyaz renkleri neredeyse hiç solmamıştı. Bir çay tabağını kırk yıl kullanmış olmanız karşısında duyduğum hayreti anlatamam. Kırk yıldır değişen, dönüşen bütün dünya düzenine, hayatın genel geçer akışına, tüketim arzusuna, alışveriş tutkusuna, velhasıl üstünüze üstünüze gelen ne varsa, işte onların hepsine meydan okudunuz, öyle mi?! Melamin çay tabaklarıyla kırk yıl! "Kırk yıldan da fazla olmuştur aslında" dediniz. Elimde evirip çevirmiştim, tarihî bir esere bakıyor gibi. Basbayağı tarihî eser de sayılabilirlerdi. İsmet Paşa'yı görmüş olma ihtimalleri vardı. Âşık Veysel öldüğünde, 12 Mart muhtırası verildiğinde, bütün o terör günlerinde... Çocuklar büyürken, akşam çaylarında, kahvaltılarda, konu komşu geldiğinde, çay bardaklarının altında bu melamin tabaklar… Kenan Evren günlerinde, Özal devrinde, evlere telefon geldiğinde, tel...